Kaygılı bağlanma, hayatımızın ilk safhalarında, dünyaya ve ilişkilere dair temel güvenimizin şekillendiği bir dönemde kök salar. Çocuklukta, sevgi ve ilginin tutarlı olup olmadığı, duygusal ihtiyaçlarımızın karşılanıp karşılanmadığı gibi faktörler, bizi dünyaya güvenle veya sürekli bir endişe ile bakmaya itebilir. Eğer çocukken duygusal ihtiyaçlarımız karşılanmazsa veya sevgiyi koşullu hissedersek, kaygılı bağlanma şeklimiz bu tohumlarla beslenir.

 

Bu erken dönemdeki tecrübelerimiz, yetişkinlikteki ilişkilerimize de sızar. Kaygılı bağlandığımızda, sevdiklerimizin dikkatini ve onayını kazanmak için kendimizi aşırı yorabiliriz. Bu, yetişkin ilişkilerimizde sürekli bir onay arayışına, ayrılık korkusuna ve partnerimize karşı yoğun bir bağımlılığa yol açabilir. Ne yazık ki, bu durum, hem bireyin hem de partnerinin duygusal olarak tükenmesine sebep olabilir.

 

Böylesine bir kaygı döngüsünden çıkmak için, öncelikle kaygılı bağlanmanın kökenlerini ve bunun ilişkilerimiz üzerindeki etkisini anlamak önemli. Ancak bu şekilde, ilişkilerimizi daha sağlam bir zeminde inşa edebiliriz.

 

Fakat, ilişkiler ve iç dünyamız arasındaki bu karmaşık dans sadece bağlanma şekillerimizle sınırlı değil. Nesne sürekliliği kavramı, çocukluk döneminde objelerin var olup olmadığının, gözden kaybolunca bile devam edip etmediğinin anlaşılmasıyla ilgilidir. Bu, güvenli bir bağlanma geliştiren çocuklarda, sevdikleri kişilerin yokluğunda bile, bu kişilere duydukları güvenin ve bağın sürekliliğini sağlayabilir. Ancak, kaygılı bağlanan bireyler için, sevdikleri kişilerin fiziksel olarak yanlarında olmaması, bu bağın ve güvenin sorgulanmasına yol açabilir. Bu, yetişkin ilişkilerinde sürekli güvensizlik ve partnerin niyetlerini sorgulama davranışlarına dönüşebilir.

 

Bu nedenle, kaygıyla mücadelede ve daha sağlıklı ilişkiler kurmada, nesne sürekliliği kavramının anlaşılması ve içselleştirilmesi büyük önem taşır. Bireylerin, sevdikleri kişilerle kurdukları güven bağının, fiziksel varlıklarından bağımsız olarak devam edebileceğini fark etmeleri, ilişkilerdeki güvensizlik duygularını hafifletebilir.

 

Sonuç olarak, kendimizi, kaygılarımızla birlikte kabul ederek ve onları anlamaya çalışarak, daha sağlıklı, daha mutlu ve daha özgün ilişkiler kurma yolunda önemli bir adım atabiliriz. Bu süreçte, kaygıyı bir düşman olarak değil, hayatımızın bir parçası olarak görüp, onunla barışık bir şekilde yaşamayı öğrenmek, en önemli derslerden biridir. Kendimizi olduğumuz gibi sevmek ve kabul etmek, kaygılarımızla mücadelede bize güç verir.

Kaygı, zihnimizin ve kalbimizin derinliklerinde dolaşan bir misafir gibi, yaşamımızın her alanına, ilişkilerimizden kendimize bakış açımıza kadar sızabilir. Peki, bu derin gölgeyi nasıl aydınlığa çevirebiliriz? İlk adım, kaygının kökenlerini anlamak ve bu duygunun ilişkilerimiz üzerindeki etkilerini gözlemlemektir.

 

Kaygının İlişkiler Üzerindeki Etkisi

Kaygı, ilişkilerimizde bir sis perdesi gibi görüşümüzü kapatabilir, sevdiklerimize güvenmekte zorlanmamıza neden olabilir. Bu, sosyal ilişkilerimizde de benzer bir etki yaratır; ya herkesin beğenisini kazanmaya çalışırız ya da kendimizi geri çekeriz. Ancak, kendimizi olduğumuz gibi kabul ederek, kendi iç sesimizi dinleyerek bu döngüyü kırabiliriz.

 

Kaygı ve Nesne Sürekliliği

Kaygılı bağlanma, çocukluktan itibaren, sevgi ve güvenin koşullu olduğunu hissettiğimizde başlar. Yetişkin ilişkilerimizde bu, sürekli onay arayışı ve aşırı bağımlılık olarak kendini gösterir. Ancak, nesne sürekliliği kavramını anlamak, sevdiklerimizle kurduğumuz bağın, fiziksel varlıklarından bağımsız olarak devam edebileceğini fark etmemizi sağlar. Bu, ilişkilerdeki güvensizlik hissini hafifletebilir.

 

Sağlıklı İlişkiler ve Kendi Kendine Yardım

Sağlıklı sınırlar belirlemek, kaygılı anlarımızda bile ilişkilerimizi korumanın anahtarıdır. Güvendiğimiz kişilerle sağlam, destekleyici ve empatik ilişkiler kurarak güvenli bir bağlanma modeline geçiş yapabiliriz. Duygularınızla yüzleşmekten korkmadan duygularınıza yönelin üzerine düşünün sorgulayın

 

Cesaretle Yaşamak

Kaygılarımızla yüzleşmek, bizi istediğimiz hayatı cesurca yaşama özgürlüğüne kavuşturabilir. Hayallerimizin peşinden gitmek, yeni deneyimlere açık olmak için kendimizi tanımak, kabul etmek ve destekleyici ilişkilere sahip olmak gerekir.

 

Uzman Klinik Psikolog Aslı Kanizi,'' Kaygılar, hayatımızın bir parçası olabilir, ancak onlarla başa çıkma kapasitemizi geliştirerek, güvenli bağlanma modelleri oluşturarak ve cesaretimizi pekiştirerek, hayallerimizden alıkoymalarına izin vermemeliyiz. Bu süreç, kendimizi olduğumuz gibi sevmek ve kabul etmekle başlar; çünkü bu, daha sağlıklı, mutlu ve içten bir yaşama doğru en önemli adımdır. Bu yolculukta, kaygıyı bir düşman olarak değil, hayatımızın bir parçası olarak kabul ederek, onunla barışık bir şekilde yaşamayı öğrenmek, bize gerçek özgürlüğün kapılarını aralar.'' dedi.

 

Haber Merkezi